3-İş
Hukukunun Tarihi Süreçteki Gelişimi:
Çalışma iş ilişkisi insanların toplu olarak bir arada yaşamaya
başladıkları andan beri mevcut olan bir ilişkidir. Sistematik olarak hukuku
sistemlerinin içerisinde iş hukukunun yer alması sanayi devriminden sonraki
süreci kapsar. Sanayi devrimi ve ondan sonra meydana gelen değişmeler toplumlar
ekonomik, sosyolojik, siyasi, sosyal birçok noktada etkilemiştir.
3.1.İş Hukukunun Dünyadaki Gelişimi:
3.1.1.Sanayi Devrimi Öncesi Dönem:
Eski çağlarda çalışanlara yönelik bir koruma söz konusu değildi.
Örneğin Roma hukukunda, ustaya çırak üzerinde çok geniş kapsamlı ve fiziki
cezaları da içeren bir “uslandırma yetkisi” verilmiştir(Centel ve
Demircioğlu,2013:17).
Sanayi
devrimden önceki dönemde, kişilerin iradelerinden kaynaklanmayan zorunlu
çalıştırma söz konusuydu. Üretim aile üyeleri tarafından, bunların yeterli
olmadığı durumlarda ise kölelerce sağlanmaktaydı. 10. yüzyıla kadar devam eden
bu dönem “Aile Ekonomisi ve Kölelik Düzeni” olarak adlandırılmaktadır. Aile
üyelerinin ve kölelerin çalışma ilişkileri ise, aile başkanı tarafından
düzenlenmekteydi.
10. yüzyıla
kadar süren bu dönemden sonra feodal beylerin güçlenmesiyle ortaya çıkan “Feodal
Düzen” ise 10. yüzyıldan 15. yüzyılın sonuna kadar sürmüştür. Bu dönem
içinde bazı dağınık derebeyliklerin ortaya çıktığı görülür. Derebeylerin
idaresi altında çalışan serfler toprağın işletilmesinden sorumluydular.
İşledikleri toprak ve üretim araçları üzerinde mülkiyet değil yalnızca kullanım
hakkına sahip bulunan serfler, çalışmaları karşılığında da elde ettikleri
tarımsal ürünlerin bir kısmını kendileri için ayırmaktaydılar.
15. yüzyıldan
18. yüzyıla kadar süren “Korporasyon Dönemi”nde ise, feodal düzen
yıkılarak yerlerini prenslikler, beylikler, derebeylikler, krallıklar gibi daha
güçlü merkezi otoriteler almıştır. Korporasyon aynı meslek ve sanatı
sürdürenlerin, birbirlerine yakın bir ortamda toplanarak oluşturdukları
örgütler olarak ifade edilebilir ve bu mesleki örgütler, 18. yüzyıl ortalarına
kadar birçok ülkede ekonomik yapının temel taşlarını oluşturmuştur. Varlığını
Fransız Devrimi’ne kadar sürdürmüş bu toplulukları lonca olarak da ifade etmek
mümkündür. Bu koşulların biçimlendirdiği ortam içinde, çeşitli zanaatların
yapıldığı küçük atölyeli işyerlerinde, o zanaatı öğrenmek amacı ile yamak,
çırak, kalfa ve usta gibi statüler altında çalışan kişiler de o dönemin çalışma
hayatı içinde yer almaya başlamışlardır (Kocabaş ,2013:4).
3.1.2.Sanayi Devrimi Sonrası Dönem:
Sanayi devriminden sonraki dönemi 4 aşamalı olarak düşünebiliriz.
İlk aşama sanayi devriminin ilk yıllarının kapsayan serbesti dönemi, bu dönemde
yaşanan tezatları ortadan kaldırmak için ikinci dönem dediğimiz kendi kendine
yardım dönemi, daha sonrası devletin müdahalesi ve son aşamada uluslararası
müdahalelerin olduğu dönemdir.
Serbesti
Dönemi:
18. yüzyıl sonlarında İngiltere’de başlayıp diğer dünya ülkelerine (özellikle
ABD, Batı Avrupa ve Japonya’ya) yayılan Sanayi Devrimi tarım toplumlarında
köklü dönüşümler yaratarak, yeni bir toplumsal yapının şekillenmesinde temel
rol oynamıştır. Özet olarak bir dizi buluşu takiben 1768’de James Watt’ın buhar
makinesini icat etmesi ile başlayan teknolojik gelişme ve sanayileşme süreci,
yani Sanayi Devrimi aşağıdaki değişimleri beraberinde getirmiştir:
a.
Fabrika sanayinin gelişmesi, üretim-tüketim ve pazarlama ilişkilerini köklü bir
şekilde değiştirmiştir.
b.
Hızlı bir kentleşme ortaya çıkmış, geniş nüfus kitlelerinin ülke içi ve ülke
dışı coğrafi hareketliliği doğmuştur.
c.
O güne kadar mevcut olmayan yeni sosyal sınıflar belirmiş, mevcut sosyal
sınıflar grup, zümre ve sosyal tabakalar ise derinden etkilenmiş ve değişime
uğramıştır.
d.
Sanayi devrimiyle kitle üretimine geçilmesi o güne kadar mevcut olan zanaat
hayatının, esnaf ve lonca düzeninin iktisadi şanslarını ortadan kaldırmıştır.
e.
Sosyolojik anlamda cemaat hayatından ”kendi içine kapalı” ekonomik ve sosyal
bir düzenden, para ve piyasa ekonomilerine geçilmiş, böylece öncenin geleneksel
sektörüne karşı modern sektörde istihdam büyümüştür.
f.
İşgücünün yapısında önemli değişimler meydana gelmiş, işgücünün işkolu, meslek,
statü, sektör dağılımı ile yaş, cinsiyet ve diğer demografik faktörlere dayalı
yapısı değişmiştir.
g.
Milli gelirin önemli bir bölümü sanayi ve hizmet sektörlerinden elde edilmeye
başlanmış, dış piyasalara dönük ihracat ekonomileri ortaya çıkmıştır (Ekin,
1994: 3).
Gerçekten
de Sanayi Devrimi ile buhar gücünün üretimde kullanılmasıyla birlikte
fabrikasyon üretim ortaya çıkmış, üretilen mallar hem ucuz, hem kaliteli hale
gelmiştir. Fabrikaların ürettiği mallarla rekabet edemeyen zanaatkarlar
geçinemez olmuş, iş bulup çalışmak ümidiyle fabrikalara akın etmeye
başlamışlardır. Eskinin usta, kalfa ve çırakları Sanayi Devrimi ile birlikte
işçi haline gelmiştir. Dolayısıyla Sanayi Devrimi dediğimiz olay, çıkarları
birbirine zıt iki sınıf doğurmuştur: işçi ve işveren sınıfı. Bu iki sınıf
arasındaki ilişki Sanayi Devrimi’nden önceki lonca düzenindeki usta-kalfa-çırak
arasındaki paternalist (korumacı) ilişkiden çok farklıdır. Lonca düzenindeki
usta-kalfa-çırak arasındaki ilişki ile Sanayi Devrimi’nden sonra ortaya çıkan
işçi-işveren arasındaki ilişki arasında dağlar kadar fark bulunmaktadır. Sanayi
Devrimi ile birlikte, lonca düzeninde olan bire bir sosyal ve insancıl
ilişkilerden doğan emek-sermaye birliği, yerini emek-sermaye çelişkisine, işçi-işveren ikilemine bırakmıştır.
İşsizlerin çok sayıda oluşu, işverene dilediği ücretle işçi çalıştırma
serbestisi getirmiş, bu da sefalet
ücretlerinin, yani karın tokluğuna çalışmanın ortaya çıkmasına neden
olmuştur. İnsanlar geçinebilmek için ailece çok ağır koşullarda haftanın yedi
günü, günde 18 saate varan sürelerle, sağlık ve güvenlik tedbirleri olmaksızın
çalışmak zorunda kalmış, kadın ve çocuk emeği müthiş bir sömürü ile karşı
karşıya kalmıştır. Önceden el becerisine dayanan vasıflı işleri icra eden
zanaatkarlar artık fabrika sanayinde sürekli tekrarlanan, basit, vasıfsız
işleri yapar hale gelmiş, bu da yabancılaşmayı beraberinde getirmiştir. Örneğin
lonca düzeninde bir işin tüm inceliklerini bilen ve uygulayan kalfalar, meydana
çıkardıkları ürünle kendilerini özdeşleştirebiliyor, ayrıca belli bir süre
sonra ustalığa yükselebiliyorlardı. Oysaki işçi haline geldiklerinde yükselme
şansını da kaybetmiş olmuşlardır(Güven, 2001: 40-44).
Bu
dönemde iş hukukuna ilişkin kurallar olmaması nedeniyle çalışma şartları,
süreleri, ücretler taraflar arasında serbestçe belirlenmekteydi. Ancak bu
serbesti işçi aleyhine gelişmelere yol açmıştır.
Kendi
Kendine Yardım Dönemi: Sanayi devriminin ilk yıllarında iktisadi
liberalizmin savunduğu “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ilkesi
çalışma yaşamında beklenmedik sonuçlar doğurmuş ve denge işçi aleyhine
bozulmuştur. Ayrıca sanayileşmenin meydana getirdiği, göçler işgücü arzını çoğaltmış
buna karşılık emek talebi de sınırlı olunca, işçilerin pazarlık gücü kaybolmuştu.
Durum bu olunca, gerçekte işçi, işverenin empoze ettiği çok ağır çalışma
koşullarını sefalet ücreti diyebileceğimiz bir ödenti karşılığında
kabullenmekten başka bir şey yapamamıştır.
Fakat gelişme bununla da sınırlı kalmamış, bu kez işçiler bizim
“bir elin nesi var, iki elin sesi var” yahut “birlikten kuvvet doğar”
özdeyişlerimizi çağrıştırırcasına kendi aralarında birleşip fiilî işçi
toplulukları oluşturmuşlardır. Kısacası işçiler “kendi kendine yardım etme”
yöntemini bulmuşlardır(Akyiğit, 2013:40).
Devlet Müdahalesi Dönemi: İşçi
sendikalarının devreye girmesiyle işçiler kolektif bir güce kavuşmuşlardır.
Ancak kanuni düzenlemelerin olmaması çalışma hayatında kuralsız hareketlerin
devamını sağladı. İşçi sendikaları ile işverenler arasında uyuşmazlıklar farklı
boyutlara ulaşarak kanlı çatışmalara dönüştü. İşyerlerinde işçilerin iş
bırakmaları, işverenin makinelerine zarar vermeleri ile başlayan bu tepkiler,
toplumsal düzeyde siyasal ve mesleki örgütlenmelerle sürdürülmüştür. Genel
olarak bu tepkilerin tümü işçi hareketi olarak adlandırılmaktadır. İşçi hareketi
işçilerin mesleki açıdan örgütlenmesiyle oluşan sendikaları ve toplumsal
düzeyde de işçi partilerini ortaya çıkaran bir hareket olmuştur. İşçi sınıfının
yarattığı ve çeşitli düşünce akımlarıyla desteklenen bu toplumsal tepkiler
devletin liberal anlayışında değişiklik yapılmasını gerektirmiştir (Koray ve
Topçuoğlu, 1995: 6-7). Böylece devlet çıkardığı yasalar ve oluşturduğu kurumlar
aracılığıyla çalışma hayatına müdahale etmeye, işçileri içindeki bulundukları
olumsuz koşullardan kurtaracak tedbirleri almaya başlamıştır. Devletin ilk
müdahalesi çocukların çalışma koşullarına yönelik olmuştur. Devlet ilk iş
hukuku müdahalesi ile 1802 yılında İngiltere’de dokuma sanayiinde çalışan çocuk işçilerin günlük çalışma
sürelerini 12 saat ile sınırlandırmıştır. Daha sonra ise çocuk çalıştırma yaşı
(10 yaş) düzenlenmiştir(Altan, 2003: 53).
Durumun vehametini gören devlet, bu olumsuzluğun kamu düzenini
bozacağını anlamış ve çalışma koşullarına müdahale etme yoluna gitmiştir.
Örneğin, getirilen emredici kurallarla her şeyden önce çalışma süreleri
sınırlandırılmış, sonra çalışanlara izin vs. sağlanması öngörülmüştür. Deyim
yerindeyse çalışma yaşamı insancıllaştırılmaya çalışılmıştır (Akyiğit,
2013:40).
Öz
Bilgi
Osmanlı İmparatorluğunda Avrupa da olduğu gibi bir sanayileşme
olmadığından dolayı işçi işveren sınıfı oluşmamıştır.
|
Artık çalışma hayatında uluslararası aktörler rol oynamaya
başlamıştır. 1945 yılında Birleşmiş Milletler kurulmuş ve ILO onun bünyesine
dahil olmuştur. Ayrıca ülkelerin birlikte oluşturdukları uluslar arası
birlikler artmış ve bu birliklere üye olan ülkeler açısından bu birliklerin
aldığı kararlar bağlayıcı bir hal almıştır (Örneğin Avrupa Birliği).
3.2. Türkiye’de İş Hukukunun Gelişimi:
Türkiye’de İngiltere de başlayıp tüm Avrupa ülkelerine yayılan
sanayileşme hareketi yaşanmamıştır. Bunda pek çok faktör etkili olmuştur.
Bunlardan belki de en önemlisi de Osmanlı imparatorluğun toprak rejimidir.
Toprakların sahibi imparatorluktur. Oysa Avrupa tarihi incelendiğinde sanayi
devriminden önce var olan feodal yapılanma da toprak sahipleri sanayileşme ile
birlikte işveren sınıfını oluşturmuştur. Özel mülkiyet yoluyla bir kalkınma
sağlanmıştır.
3.2.1. Cumhuriyet Öncesi Dönem:
1768’lerde buhar makinesinin icadıyla Avrupa da başlayan
sanayileşme hareketinin Osmanlı İmparatorluğu’na yansıması olmamıştır. İmparatorluk
da ekonomi tarıma dayanmakta ve büyük işçi kitlelerini çalıştıran sanayi
kuruluşları bulunmamaktadır. Osmanlı imparatorluğunda belli başlı birkaç alanda
bağımlı çalışma olgusu mevcuttu.
Osmanlı imparatorluğunda işçi sınıfı inşaat sektöründe,
madencilikte ve askerlikte ortaya çıkmıştır. 1550-1557yıllarında Süleymaniye
Camii ve İmareti inşaatında 2,7 milyon işgünü çalışmıştır. Bu sürenin 1.5
milyon gününü (%55’ini) ücretli işçiler, 1.1 milyon gününü acemi oğlanlar, 140 bin
gününü de köleler çalışmıştır. 1631 yılında Musul kalesinin inşasında 3035
ücretli çalışan istihdam edilmiştir. Yine devlete ait madenlerde ücretli işçiler
istihdam edilmiştir. Osmanlı imparatorluğunda kapıkullarının önemli bir bölümü
de ücretli emektir. Kapıkullarının acemi oğlanları 17 yy. dan itibaren özgür
emek niteliği kazanmıştır. Acemi oğlanlar, ücret karşılığında, inşaat
sektöründe kamu imalathanelerinde, kamu gemilerinde, odun ambarlarında, kamu
fırınlarında, su yollarında, bahçelerde, hasta odalarında istihdam
edilmişlerdir(Koç,2010:46).
Görüldüğü gibi Osmanlı imparatorluğunda devletin ekonomideki
ağırlığı, toprak rejimi, askerlik mesleğinin belirleyiciliği gibi sebeplerden
düzenli bir işçi işveren ilişkisi pek yaşanmamıştır. Dönemsel olarak incelme
yapacak olursak:
3.2.1.1. Tanzimattan Önceki Dönem:
Osmanlı imparatorluğunda bu dönemde çalışma hayatının
düzenlenmesinde örf ve adet kuralları kaynak oluşturmuştur. Bu dönemde imparatorluk sınırları içerisinde
esnaf kuruluşları yer almıştır. Dinin çalışma hayatını da etkilemesiyle
“zaviye” adı verilen esnaf birlikleri doğmuştur. İslam esaslarına göre, belirli
bazı koşullar gerçekleşmedikçe, bir meslek veya sanatın yapılmasına olanak
bulunmamaktaydı. Mesleğe veya sanata girme ve ilerlemede gerekli koşullar
“Fütüvvetname” denilen bir kaynakta yazılı olarak toplanmıştır. Fütüvvetnameye
göre, her meslek veya sanat kolunda bir hiyerarşi içindeki ilerleme çıraklık,
kalfalık ve ustalık olarak üç aşama içerisinde gerçekleşmekteydi.
Zamanla ihtiyaçların zorlaması sonucu dinin bu kuruluşlara olan
etkilerinin azalmasıyla, bunların yerine, 11 veya 12 yy. itibaren “loncalar”
almıştır. Loncalarla birlikte hangi dinden olursa olsun herkesin merasimsiz
olarak zaviye dışında genel bir toplantı yerinde bir araya gelip mesleki
sorunlarını çözümlemesi olanağı doğmuştur.
Osmanlı imparatorluğunun kurulmasından sonra “Ahilik” de, çalışma
ilişkilerini dini ve ahlaki ilkelere dayandıran önemli bir kuruluş olarak
kendini göstermiştir(Çelik,1998:6).
3.2.1.2. Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemi:
Tanzimat dönemiyle birlikte 1877 yılında çıkarılan kanunların
başında Mecelle gelmektedir. Mecelle çalışma hayatına ilişkin bazı hükümlere yer
vermiştir. “İcare,i ademi (adam kirası) başlığı altında yer alan hükümler
çalışma hayatını düzenleme konusunda yetersiz kalmaktaydı. Roma hukukunda da
insan çalışması kira akdi içinde düzenlenmiş ve işçi (ecir) “nefsini kiraya
veren kimse” olarak tanımlanmıştır. Mecelle’nin işçi-işveren ilişkileri
konusundaki düzenlemesinde kölelik uygulamalarına benzerlikler görülmektedir.
işçinin sadece hizmet bakımından değil, çoğu zaman beraber yaşadığı ve
çalıştığı işverene şahsen ve manen de bağlı bulunduğu ve bu şekil ile yaptığı
düzenlemeyi oldukça ilkel bireyci ve liberal görüşe dayandırmıştır.
Meşrutiyet ile birlikte bir sisteme dayanmamakla birlikte, çalışma
hayatının belli bölümlerini düzenleyen mevzuat çalışmaları devam etmiştir.
İkinci Meşrutiyetin başlangıcı ile ağır çalışma koşullarına tepki
nedeniyle otuza yakın grev meydana gelmiştir. Bunun üzerine 1909 yılında
Ta’til-i Eşgal Kanunu çıkartılmıştır. Bu kanun, hükümetten imtiyaz ve ruhsat
alarak kurulan ve genel hizmetlerle ilgili faaliyetlerde bulunan müesseselerde
sendika kurulmasını yasak etmiş ve
yürürlükteki çalışma koşulları yüzünden işçi işveren arasında çıkan
uyuşmazlıkların seçilen temsilciler aracılığıyla çözümlenmesine ilişkin
uzlaştırma düzenlenmesi getirilmiştir. Uzlaştırma sonuna kadar da işçilerin işi
bırakmaları yasak edilmiştir. Aynı yıl “Cemiyetler Kanunu” yürürlüğe girmiş ve
cemiyet kurmada serbestlik esası kabul edilmiştir(Çelik,1998:7)
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk sanayileşme hareketleri, Tanzimat ve
Meşrutiyet dönemlerinde başlamıştır. Tanzimat ve Meşrutiyet döneminde; yapı,
deri, halı, dokuma, cam vb. alanlarda sanayinin kurulup geliştirilmesi sonucu,
İstanbul ve Rumeli’de, çoğu yabancı sermaye ve ortaklıklar tarafından kurulup
işletilen fabrikaların sayısının artmasına bağlı olarak buralarda çalışan işçi
sayısında da artış gözlenmiştir. Bu dönemde teamülü hukuk kurallarının, diğer
bir ifadeyle gelenek ve göreneklerin yerini pozitif hukuk kuralları almıştır.
İmparatorluk ilk olarak Ereğli maden ocaklarında çalışan işçilerin korunmasını
öngören politikalara pozitif hukuk kuralları ile işlerlik kazandırmıştır. Bu
dönemde çalışma hayatıyla ilgili olarak düzenlemelerin yer aldığı yazılı
kaynakların başında, 1863 tarihli “Maden Nizamnamesi” ile kömür işçileri için
1865 yılında çıkarılan “Dilaverpaşa Nizamnamesi” gelmektedir. Bu
nizamnamelerden sonra iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili kuralların yer aldığı
1869 tarihli “Maadin (Meaddin) Nizamnamesi” çıkarılmıştır.
Öz
Bilgi
Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Türkiye Cumhuriyeti devletinde
çalışma mevzuatı konusunda kanunlaştırma çabaları başlamıştır.
|
3.2.2. Cumhuriyet Dönemi
Aslında
henüz gerçekten sanayileşme vs. yok iken Cumhuriyetin ilânından hemen sonra iş
hayatını ilgilendiren yasaların peş peşe çıkarıldığı görülür. Örneğin, 1924
Anayasası ve onu izleyen Hafta Tatili Kanunu ve halen yürürlükte bulunan (1926 tarihli)
Borçlar Kanunu (md. 313-354) böyledir. Sonra 1936 yılında
3008 sayılı ilk İş Kanunumuz çıkarılmış ve bu yasa 15.06.1937’den itibaren
yürürlük kazanmıştır. 1938 tarihli Cemiyetler Kanunu ve bunu değiştiren 5018
sayılı “İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkında Kanun” ile
5953 sayılı Basın İş Kanunu ve 6379 sayılı Deniz İş Kanunu bu dönemde çıkarılan yasaların ilk akla
gelenidir.
1961 Anayasasına kadar böyle giden süreç bu Anayasa ile yeni bir çehre
kazanır. Her şeyden önce birçok iş hukuku kurumuna bizzat Anayasada yer
verilir. Sonra 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı
Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu ve bunlar yanında 624 sayılı Devlet
Personeli Sendikaları Kanunu çıkarılır. Bu arada 6379 sayılı Deniz İş Kanunu
yürürlükten kaldırılır ve yerine (halen uygulanan) 854 sayılı Deniz İş Kanunu
çıkarılır. 3008 sayılı İş Kanunu yerine ise 1967’de 931 sayılı İş Kanunu
çıkarılır. Ancak bu yasa Anayasa Mahkemesi (AYM)’nce iptal
edilince bu kez yerine 1971 tarihinde 1475 sayılı İş Kanunu çıkarılır.
Nihayette 22.05.2003 tarihinde şu an uygulanan 4857 sy. İş Kanunu çıkarılır ve bu
yasa 10.06.2003’ten itibaren yürürlüğe girer.
12 Eylül 1980 askerî harekâtıyla sekteye uğrayan 1961 AY.
ve getirdiği düzen nihayette yerini 1982 Anayasası’na bırakmıştır. Çeşitli tarihlerde ve en son 12.09.2010’da
5982 sayılı Kanunla değişiklik geçiren bu Anayasa halen yürürlükte olup iş
hukukuna ait temel kurallar içerir (Çalışma/dinlenme hakkı, sendikalaşma ve TİS
gibi). 1982 AY’nin kabulünden sonra bu kez 1983’de “2821 sayılı Sendikalar
Kanunu” ile “2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt
Kanunu” çıkarılır ve bu yasalar kimi değişikliklerle birlikte
halen uygulanmaktadır. Bu arada ekleyelim 2001’de 4688 sayılı “Kamu Görevlileri
Sendikaları Kanunu”
çıkarılarak yürürlüğe konulmuştur.
2010 yılında halkoylamasıyla Anayasada çeşitli
değişiklikler yapılmıştır. 07.11.2012’de 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş
Sözleşmesi Kanunu yürürlüğe girmiştir. 6356 sayılı kanun 2821 ve 2822 sayılı
iki kanunu tek kanun haline getirmiştir. 01.07.2012 tarihinde ise 6098 sayılı
Türk Borçlar Kanunun uygulamaya girmiştir(Akyiğit, 2013:45).
ooooooooooooooooooooooooooooo
YanıtlaSilshit meeeeeeeeeeennnnnnnnn
YanıtlaSil