8 Temmuz 2014 Salı

İş Hukukunun Tarihi Süreçteki Gelişimi:

3-İş Hukukunun Tarihi Süreçteki Gelişimi:
Çalışma iş ilişkisi insanların toplu olarak bir arada yaşamaya başladıkları andan beri mevcut olan bir ilişkidir. Sistematik olarak hukuku sistemlerinin içerisinde iş hukukunun yer alması sanayi devriminden sonraki süreci kapsar. Sanayi devrimi ve ondan sonra meydana gelen değişmeler toplumlar ekonomik, sosyolojik, siyasi, sosyal birçok noktada etkilemiştir.
3.1.İş Hukukunun Dünyadaki Gelişimi:
3.1.1.Sanayi Devrimi Öncesi Dönem:
Eski çağlarda çalışanlara yönelik bir koruma söz konusu değildi. Örneğin Roma hukukunda, ustaya çırak üzerinde çok geniş kapsamlı ve fiziki cezaları da içeren bir “uslandırma yetkisi” verilmiştir(Centel ve Demircioğlu,2013:17).
Sanayi devrimden önceki dönemde, kişilerin iradelerinden kaynaklanmayan zorunlu çalıştırma söz konusuydu. Üretim aile üyeleri tarafından, bunların yeterli olmadığı durumlarda ise kölelerce sağlanmaktaydı. 10. yüzyıla kadar devam eden bu dönem “Aile Ekonomisi ve Kölelik Düzeni” olarak adlandırılmaktadır. Aile üyelerinin ve kölelerin çalışma ilişkileri ise, aile başkanı tarafından düzenlenmekteydi.
10. yüzyıla kadar süren bu dönemden sonra feodal beylerin güçlenmesiyle ortaya çıkan “Feodal Düzen” ise 10. yüzyıldan 15. yüzyılın sonuna kadar sürmüştür. Bu dönem içinde bazı dağınık derebeyliklerin ortaya çıktığı görülür. Derebeylerin idaresi altında çalışan serfler toprağın işletilmesinden sorumluydular. İşledikleri toprak ve üretim araçları üzerinde mülkiyet değil yalnızca kullanım hakkına sahip bulunan serfler, çalışmaları karşılığında da elde ettikleri tarımsal ürünlerin bir kısmını kendileri için ayırmaktaydılar.
15. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar süren “Korporasyon Dönemi”nde ise, feodal düzen yıkılarak yerlerini prenslikler, beylikler, derebeylikler, krallıklar gibi daha güçlü merkezi otoriteler almıştır. Korporasyon aynı meslek ve sanatı sürdürenlerin, birbirlerine yakın bir ortamda toplanarak oluşturdukları örgütler olarak ifade edilebilir ve bu mesleki örgütler, 18. yüzyıl ortalarına kadar birçok ülkede ekonomik yapının temel taşlarını oluşturmuştur. Varlığını Fransız Devrimi’ne kadar sürdürmüş bu toplulukları lonca olarak da ifade etmek mümkündür. Bu koşulların biçimlendirdiği ortam içinde, çeşitli zanaatların yapıldığı küçük atölyeli işyerlerinde, o zanaatı öğrenmek amacı ile yamak, çırak, kalfa ve usta gibi statüler altında çalışan kişiler de o dönemin çalışma hayatı içinde yer almaya başlamışlardır (Kocabaş ,2013:4).
3.1.2.Sanayi Devrimi Sonrası Dönem:
Sanayi devriminden sonraki dönemi 4 aşamalı olarak düşünebiliriz. İlk aşama sanayi devriminin ilk yıllarının kapsayan serbesti dönemi, bu dönemde yaşanan tezatları ortadan kaldırmak için ikinci dönem dediğimiz kendi kendine yardım dönemi, daha sonrası devletin müdahalesi ve son aşamada uluslararası müdahalelerin olduğu dönemdir.
Serbesti Dönemi: 18. yüzyıl sonlarında İngiltere’de başlayıp diğer dünya ülkelerine (özellikle ABD, Batı Avrupa ve Japonya’ya) yayılan Sanayi Devrimi tarım toplumlarında köklü dönüşümler yaratarak, yeni bir toplumsal yapının şekillenmesinde temel rol oynamıştır. Özet olarak bir dizi buluşu takiben 1768’de James Watt’ın buhar makinesini icat etmesi ile başlayan teknolojik gelişme ve sanayileşme süreci, yani Sanayi Devrimi aşağıdaki değişimleri beraberinde getirmiştir:
a. Fabrika sanayinin gelişmesi, üretim-tüketim ve pazarlama ilişkilerini köklü bir şekilde değiştirmiştir.
b. Hızlı bir kentleşme ortaya çıkmış, geniş nüfus kitlelerinin ülke içi ve ülke dışı coğrafi hareketliliği doğmuştur.
c. O güne kadar mevcut olmayan yeni sosyal sınıflar belirmiş, mevcut sosyal sınıflar grup, zümre ve sosyal tabakalar ise derinden etkilenmiş ve değişime uğramıştır.
d. Sanayi devrimiyle kitle üretimine geçilmesi o güne kadar mevcut olan zanaat hayatının, esnaf ve lonca düzeninin iktisadi şanslarını ortadan kaldırmıştır.
e. Sosyolojik anlamda cemaat hayatından ”kendi içine kapalı” ekonomik ve sosyal bir düzenden, para ve piyasa ekonomilerine geçilmiş, böylece öncenin geleneksel sektörüne karşı modern sektörde istihdam büyümüştür.
f. İşgücünün yapısında önemli değişimler meydana gelmiş, işgücünün işkolu, meslek, statü, sektör dağılımı ile yaş, cinsiyet ve diğer demografik faktörlere dayalı yapısı değişmiştir.
g. Milli gelirin önemli bir bölümü sanayi ve hizmet sektörlerinden elde edilmeye başlanmış, dış piyasalara dönük ihracat ekonomileri ortaya çıkmıştır (Ekin, 1994: 3).
Gerçekten de Sanayi Devrimi ile buhar gücünün üretimde kullanılmasıyla birlikte fabrikasyon üretim ortaya çıkmış, üretilen mallar hem ucuz, hem kaliteli hale gelmiştir. Fabrikaların ürettiği mallarla rekabet edemeyen zanaatkarlar geçinemez olmuş, iş bulup çalışmak ümidiyle fabrikalara akın etmeye başlamışlardır. Eskinin usta, kalfa ve çırakları Sanayi Devrimi ile birlikte işçi haline gelmiştir. Dolayısıyla Sanayi Devrimi dediğimiz olay, çıkarları birbirine zıt iki sınıf doğurmuştur: işçi ve işveren sınıfı. Bu iki sınıf arasındaki ilişki Sanayi Devrimi’nden önceki lonca düzenindeki usta-kalfa-çırak arasındaki paternalist (korumacı) ilişkiden çok farklıdır. Lonca düzenindeki usta-kalfa-çırak arasındaki ilişki ile Sanayi Devrimi’nden sonra ortaya çıkan işçi-işveren arasındaki ilişki arasında dağlar kadar fark bulunmaktadır. Sanayi Devrimi ile birlikte, lonca düzeninde olan bire bir sosyal ve insancıl ilişkilerden doğan emek-sermaye birliği, yerini emek-sermaye çelişkisine, işçi-işveren ikilemine bırakmıştır. İşsizlerin çok sayıda oluşu, işverene dilediği ücretle işçi çalıştırma serbestisi getirmiş, bu da sefalet ücretlerinin, yani karın tokluğuna çalışmanın ortaya çıkmasına neden olmuştur. İnsanlar geçinebilmek için ailece çok ağır koşullarda haftanın yedi günü, günde 18 saate varan sürelerle, sağlık ve güvenlik tedbirleri olmaksızın çalışmak zorunda kalmış, kadın ve çocuk emeği müthiş bir sömürü ile karşı karşıya kalmıştır. Önceden el becerisine dayanan vasıflı işleri icra eden zanaatkarlar artık fabrika sanayinde sürekli tekrarlanan, basit, vasıfsız işleri yapar hale gelmiş, bu da yabancılaşmayı beraberinde getirmiştir. Örneğin lonca düzeninde bir işin tüm inceliklerini bilen ve uygulayan kalfalar, meydana çıkardıkları ürünle kendilerini özdeşleştirebiliyor, ayrıca belli bir süre sonra ustalığa yükselebiliyorlardı. Oysaki işçi haline geldiklerinde yükselme şansını da kaybetmiş olmuşlardır(Güven, 2001: 40-44).
Bu dönemde iş hukukuna ilişkin kurallar olmaması nedeniyle çalışma şartları, süreleri, ücretler taraflar arasında serbestçe belirlenmekteydi. Ancak bu serbesti işçi aleyhine gelişmelere yol açmıştır.
Kendi Kendine Yardım Dönemi: Sanayi devriminin ilk yıllarında iktisadi liberalizmin savun­duğu “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ilkesi çalışma yaşa­mında beklenmedik sonuçlar doğurmuş ve denge işçi aleyhine bozulmuştur. Ayrıca sanayileşmenin meydana getirdiği, göçler işgücü arzını çoğaltmış buna karşılık emek talebi de sınırlı olunca, işçilerin pazarlık gücü kaybolmuştu. Durum bu olunca, gerçekte işçi, işverenin empoze ettiği çok ağır çalışma koşullarını sefalet ücreti diyebileceğimiz bir ödenti karşılığında kabullenmekten başka bir şey yapamamıştır.
Fakat gelişme bununla da sınırlı kalmamış, bu kez işçiler bizim “bir elin nesi var, iki elin sesi var” yahut “birlikten kuvvet doğar” özdeyişlerimizi çağrıştırırcasına kendi aralarında birleşip fiilî işçi toplulukları oluşturmuşlardır. Kısacası işçiler “kendi kendine yar­dım etme” yöntemini bulmuşlardır(Akyiğit, 2013:40).
Devlet Müdahalesi Dönemi: İşçi sendikalarının devreye girmesiyle işçiler kolektif bir güce kavuşmuşlardır. Ancak kanuni düzenlemelerin olmaması çalışma hayatında kuralsız hareketlerin devamını sağladı. İşçi sendikaları ile işverenler arasında uyuşmazlıklar farklı boyutlara ulaşarak kanlı çatışmalara dönüştü. İşyerlerinde işçilerin iş bırakmaları, işverenin makinelerine zarar vermeleri ile başlayan bu tepkiler, toplumsal düzeyde siyasal ve mesleki örgütlenmelerle sürdürülmüştür. Genel olarak bu tepkilerin tümü işçi hareketi olarak adlandırılmaktadır. İşçi hareketi işçilerin mesleki açıdan örgütlenmesiyle oluşan sendikaları ve toplumsal düzeyde de işçi partilerini ortaya çıkaran bir hareket olmuştur. İşçi sınıfının yarattığı ve çeşitli düşünce akımlarıyla desteklenen bu toplumsal tepkiler devletin liberal anlayışında değişiklik yapılmasını gerektirmiştir (Koray ve Topçuoğlu, 1995: 6-7). Böylece devlet çıkardığı yasalar ve oluşturduğu kurumlar aracılığıyla çalışma hayatına müdahale etmeye, işçileri içindeki bulundukları olumsuz koşullardan kurtaracak tedbirleri almaya başlamıştır. Devletin ilk müdahalesi çocukların çalışma koşullarına yönelik olmuştur. Devlet ilk iş hukuku müdahalesi ile 1802 yılında İngiltere’de dokuma sanayiinde çalışan çocuk işçilerin günlük çalışma sürelerini 12 saat ile sınırlandırmıştır. Daha sonra ise çocuk çalıştırma yaşı (10 yaş) düzenlenmiştir(Altan, 2003: 53).
Durumun vehametini gören devlet, bu olum­suzluğun kamu düzenini bozacağını anlamış ve çalışma koşullarına müdahale etme yoluna gitmiştir. Örneğin, getirilen emredici kural­larla her şeyden önce çalışma süreleri sınırlandırılmış, sonra çalı­şanlara izin vs. sağlanması öngörülmüştür. Deyim yerindeyse çalış­ma yaşamı insancıllaştırılmaya çalışılmıştır (Akyiğit, 2013:40).
*                      Öz Bilgi
Osmanlı İmparatorluğunda Avrupa da olduğu gibi bir sanayileşme olmadığından dolayı işçi işveren sınıfı oluşmamıştır.
Uluslararası Müdahale Dönemi: Almanya ile itilaf devletleri arasında 1919 yılında imzalanan Versay Antlaşması (ve öteki barış antlaşmaları) ile Birinci Dünya Savaşı sona ermiş, Versay Antlaşması ile Milletler Cemiyeti ile Uluslararası Çalışma Örgütü kurulmuştur. Amaç, Birinci Dünya Savaşından sonra giderek büyüyen sorunlara yönelik sosyal reform niteliğinde çözümler bulmak ve reformların uluslararası düzeyde uygulanmasını sağlamaktı. ILO’nun kurulmasında işçi örgütlerinin mücadeleleri, işçilerin karşı karşıya bulunduğu zorluklara tepki duyan bazı kişi ve kuruluşların çabaları, 1917 yılındaki Rus İhtilali’nin yayılmasından duyulan korku, düşük ücretler ve kötü çalışma koşullarının geçerli olduğu ülkelerin işverenlerinin rekabet gücünü azaltmak isteyen bazı işverenlerin girişimleri etkili olmuştur. Milletler Cemiyeti ile Uluslararası Çalışma Örgütü’nün kurulması, yalnızca siyasal dünya barışına ulaşmanın yeterli olmadığını, bunun sosyal barış ile bütünleştirilmesi gerektiğinin bilincine varıldığını ortaya koyması yönünden önem taşımaktadır.
Artık çalışma hayatında uluslararası aktörler rol oynamaya başlamıştır. 1945 yılında Birleşmiş Milletler kurulmuş ve ILO onun bünyesine dahil olmuştur. Ayrıca ülkelerin birlikte oluşturdukları uluslar arası birlikler artmış ve bu birliklere üye olan ülkeler açısından bu birliklerin aldığı kararlar bağlayıcı bir hal almıştır (Örneğin Avrupa Birliği).
3.2. Türkiye’de İş Hukukunun Gelişimi:
Türkiye’de İngiltere de başlayıp tüm Avrupa ülkelerine yayılan sanayileşme hareketi yaşanmamıştır. Bunda pek çok faktör etkili olmuştur. Bunlardan belki de en önemlisi de Osmanlı imparatorluğun toprak rejimidir. Toprakların sahibi imparatorluktur. Oysa Avrupa tarihi incelendiğinde sanayi devriminden önce var olan feodal yapılanma da toprak sahipleri sanayileşme ile birlikte işveren sınıfını oluşturmuştur. Özel mülkiyet yoluyla bir kalkınma sağlanmıştır. 
3.2.1. Cumhuriyet Öncesi Dönem:
1768’lerde buhar makinesinin icadıyla Avrupa da başlayan sanayileşme hareketinin Osmanlı İmparatorluğu’na yansıması olmamıştır. İmparatorluk da ekonomi tarıma dayanmakta ve büyük işçi kitlelerini çalıştıran sanayi kuruluşları bulunmamaktadır. Osmanlı imparatorluğunda belli başlı birkaç alanda bağımlı çalışma olgusu mevcuttu.
Osmanlı imparatorluğunda işçi sınıfı inşaat sektöründe, madencilikte ve askerlikte ortaya çıkmıştır. 1550-1557yıllarında Süleymaniye Camii ve İmareti inşaatında 2,7 milyon işgünü çalışmıştır. Bu sürenin 1.5 milyon gününü (%55’ini) ücretli işçiler, 1.1 milyon gününü acemi oğlanlar, 140 bin gününü de köleler çalışmıştır. 1631 yılında Musul kalesinin inşasında 3035 ücretli çalışan istihdam edilmiştir. Yine devlete ait madenlerde ücretli işçiler istihdam edilmiştir. Osmanlı imparatorluğunda kapıkullarının önemli bir bölümü de ücretli emektir. Kapıkullarının acemi oğlanları 17 yy. dan itibaren özgür emek niteliği kazanmıştır. Acemi oğlanlar, ücret karşılığında, inşaat sektöründe kamu imalathanelerinde, kamu gemilerinde, odun ambarlarında, kamu fırınlarında, su yollarında, bahçelerde, hasta odalarında istihdam edilmişlerdir(Koç,2010:46). 
Görüldüğü gibi Osmanlı imparatorluğunda devletin ekonomideki ağırlığı, toprak rejimi, askerlik mesleğinin belirleyiciliği gibi sebeplerden düzenli bir işçi işveren ilişkisi pek yaşanmamıştır. Dönemsel olarak incelme yapacak olursak:
3.2.1.1. Tanzimattan Önceki Dönem:
Osmanlı imparatorluğunda bu dönemde çalışma hayatının düzenlenmesinde örf ve adet kuralları kaynak oluşturmuştur.  Bu dönemde imparatorluk sınırları içerisinde esnaf kuruluşları yer almıştır. Dinin çalışma hayatını da etkilemesiyle “zaviye” adı verilen esnaf birlikleri doğmuştur. İslam esaslarına göre, belirli bazı koşullar gerçekleşmedikçe, bir meslek veya sanatın yapılmasına olanak bulunmamaktaydı. Mesleğe veya sanata girme ve ilerlemede gerekli koşullar “Fütüvvetname” denilen bir kaynakta yazılı olarak toplanmıştır. Fütüvvetnameye göre, her meslek veya sanat kolunda bir hiyerarşi içindeki ilerleme çıraklık, kalfalık ve ustalık olarak üç aşama içerisinde gerçekleşmekteydi. 
Zamanla ihtiyaçların zorlaması sonucu dinin bu kuruluşlara olan etkilerinin azalmasıyla, bunların yerine, 11 veya 12 yy. itibaren “loncalar” almıştır. Loncalarla birlikte hangi dinden olursa olsun herkesin merasimsiz olarak zaviye dışında genel bir toplantı yerinde bir araya gelip mesleki sorunlarını çözümlemesi olanağı doğmuştur.
Osmanlı imparatorluğunun kurulmasından sonra “Ahilik” de, çalışma ilişkilerini dini ve ahlaki ilkelere dayandıran önemli bir kuruluş olarak kendini göstermiştir(Çelik,1998:6).
3.2.1.2. Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemi:
Tanzimat dönemiyle birlikte 1877 yılında çıkarılan kanunların başında Mecelle gelmektedir. Mecelle çalışma hayatına ilişkin bazı hükümlere yer vermiştir. “İcare,i ademi (adam kirası) başlığı altında yer alan hükümler çalışma hayatını düzenleme konusunda yetersiz kalmaktaydı. Roma hukukunda da insan çalışması kira akdi içinde düzenlenmiş ve işçi (ecir) “nefsini kiraya veren kimse” olarak tanımlanmıştır. Mecelle’nin işçi-işveren ilişkileri konusundaki düzenlemesinde kölelik uygulamalarına benzerlikler görülmektedir. işçinin sadece hizmet bakımından değil, çoğu zaman beraber yaşadığı ve çalıştığı işverene şahsen ve manen de bağlı bulunduğu ve bu şekil ile yaptığı düzenlemeyi oldukça ilkel bireyci ve liberal görüşe dayandırmıştır.
Meşrutiyet ile birlikte bir sisteme dayanmamakla birlikte, çalışma hayatının belli bölümlerini düzenleyen mevzuat çalışmaları devam etmiştir.
İkinci Meşrutiyetin başlangıcı ile ağır çalışma koşullarına tepki nedeniyle otuza yakın grev meydana gelmiştir. Bunun üzerine 1909 yılında Ta’til-i Eşgal Kanunu çıkartılmıştır. Bu kanun, hükümetten imtiyaz ve ruhsat alarak kurulan ve genel hizmetlerle ilgili faaliyetlerde bulunan müesseselerde sendika kurulmasını yasak etmiş  ve yürürlükteki çalışma koşulları yüzünden işçi işveren arasında çıkan uyuşmazlıkların seçilen temsilciler aracılığıyla çözümlenmesine ilişkin uzlaştırma düzenlenmesi getirilmiştir. Uzlaştırma sonuna kadar da işçilerin işi bırakmaları yasak edilmiştir. Aynı yıl “Cemiyetler Kanunu” yürürlüğe girmiş ve cemiyet kurmada serbestlik esası kabul edilmiştir(Çelik,1998:7)      

Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk sanayileşme hareketleri, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde başlamıştır. Tanzimat ve Meşrutiyet döneminde; yapı, deri, halı, dokuma, cam vb. alanlarda sanayinin kurulup geliştirilmesi sonucu, İstanbul ve Rumeli’de, çoğu yabancı sermaye ve ortaklıklar tarafından kurulup işletilen fabrikaların sayısının artmasına bağlı olarak buralarda çalışan işçi sayısında da artış gözlenmiştir. Bu dönemde teamülü hukuk kurallarının, diğer bir ifadeyle gelenek ve göreneklerin yerini pozitif hukuk kuralları almıştır.
İmparatorluk ilk olarak Ereğli maden ocaklarında çalışan işçilerin korunmasını öngören politikalara pozitif hukuk kuralları ile işlerlik kazandırmıştır. Bu dönemde çalışma hayatıyla ilgili olarak düzenlemelerin yer aldığı yazılı kaynakların başında, 1863 tarihli “Maden Nizamnamesi” ile kömür işçileri için 1865 yılında çıkarılan “Dilaverpaşa Nizamnamesi” gelmektedir. Bu nizamnamelerden sonra iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili kuralların yer aldığı 1869 tarihli “Maadin (Meaddin) Nizamnamesi” çıkarılmıştır.
*                      Öz Bilgi
Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Türkiye Cumhuriyeti devletinde çalışma mevzuatı konusunda kanunlaştırma çabaları başlamıştır. 
Dilaverpaşa Nizamnamesi’nin amacı, Ereğli Kömür Havzası’nda çalışan işçilerin verimliliğini arttırmaktır. Nizamname madenlerin üretim ve işletilmesi ile ilgili kuralları düzenlemekte ve çalışma koşulları ile ilgili kurallara dağınık bir şekilde yer vermektedir. Buna karşılık nizamname, özellikle iş sağlığı ve güvenliği gibi temel konularda hiçbir kural içermemektedir. Maadin Nizamnamesi’nin de amacı ekonomiktir. Bu nizamname de maden ocaklarında çalışan işçilerin verimliliğini arttırmak ve Dilaverpaşa Nizamnamesi’nin eksik yönlerini tamamlamak amacıyla çıkarılmıştır. Bu nizamname, Dilaverpaşa Nizamnamesi’nde mevcut olmayan bazı yeni önlemlerle madencilik kesimindeki koruyuculuk düzeyini yükseltmiştir(Kocabaş, 2013:7).
3.2.2. Cumhuriyet Dönemi
Aslında henüz gerçekten sanayileşme vs. yok iken Cumhu­riyetin ilânından hemen sonra iş hayatını ilgilendiren yasaların peş peşe çıkarıldığı görülür. Örneğin, 1924 Anayasası ve onu izleyen Hafta Tatili Kanunu ve halen yürürlükte bulunan (1926 tarihli) Borçlar Kanunu (md. 313-354) böyledir. Sonra 1936 yılında 3008 sayılı ilk İş Kanunumuz çıkarılmış ve bu yasa 15.06.1937’den itibaren yürürlük kazanmıştır. 1938 tarihli Cemiyetler Kanunu ve bunu değiştiren 5018 sayılı “İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkında Kanun” ile 5953 sayılı Basın İş Kanunu ve 6379 sayılı Deniz İş Kanunu bu dönemde çıkarılan yasaların ilk akla gelenidir.
1961 Anayasasına kadar böyle giden süreç bu Anayasa ile yeni bir çehre kazanır. Her şeyden önce birçok iş hukuku kurumuna biz­zat Anayasada yer verilir. Sonra 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu ve bunlar yanında 624 sayılı Devlet Personeli Sendikaları Kanunu çıkarılır. Bu arada 6379 sayılı Deniz İş Kanunu yürürlükten kaldırılır ve yerine (halen uygulanan) 854 sayılı Deniz İş Kanunu çıkarılır. 3008 sayılı İş Kanunu yerine ise 1967’de 931 sayılı İş Kanunu çıkarılır. Ancak bu yasa Anayasa Mahkemesi (AYM)’nce iptal edilince bu kez yerine 1971 tarihinde 1475 sayılı İş Kanunu çıkarılır. Nihayette 22.05.2003 tarihinde şu an uygulanan 4857 sy. İş Kanunu çıkarılır ve bu yasa 10.06.2003’ten itibaren yürürlüğe girer.
12 Eylül 1980 askerî harekâtıyla sekteye uğrayan 1961 AY. ve getirdiği düzen nihayette yerini 1982 Anayasası’na bırakmıştır. Çeşitli tarihlerde ve en son 12.09.2010’da 5982 sayılı Kanunla değişiklik geçiren bu Anayasa halen yürürlükte olup iş hukukuna ait temel kurallar içerir (Çalışma/dinlenme hakkı, sendikalaşma ve TİS gibi). 1982 AY’nin kabulünden sonra bu kez 1983’de “2821 sayılı Sendikalar Kanunu” ile “2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu” çıkarılır ve bu yasalar kimi değişikliklerle birlikte halen uygulanmaktadır. Bu arada ekleyelim 2001’de 4688 sayılı “Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu” çıkarılarak yürürlüğe konulmuş­tur.

2010 yılında halkoylamasıyla Anayasada çeşitli değişiklikler yapılmıştır. 07.11.2012’de 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu yürürlüğe girmiştir. 6356 sayılı kanun 2821 ve 2822 sayılı iki kanunu tek kanun haline getirmiştir. 01.07.2012 tarihinde ise 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunun uygulamaya girmiştir(Akyiğit, 2013:45).  

2 yorum: